5 Şubat 2023

Çalan alarmı tamı tamına beşinci beş dakikalık erteleyişinde artık uyanması gerektiğine kanaat getirdi. Beş dakikadan beş alarm yirmi beş dakika yapardı. Oysa iş yerine yetişebilmesi için en geç üçüncü alarmda uyanması gerekti. Parmaklarını sakallarına götürdü, hafifçe yokladı; sakallarının uzamış olduğunu anladı. Onları kesmeden işe giderse daha az geç kalırdı fakat amiri ile yaşayacağı sıkıntı hangi seçimde daha az olurdu onu bilemedi. Tüm bunların muhasebesini yaparken kendisini lavaboda buldu.Dünden kalan bir baş ağrısı, hafif göz altı morlukları ve ağzındaki metalik tat ile birlikte tıraş köpüğünün samimiyetsiz kokusu tam bir ahenk oluşturmuşlardı. Alelade sakallarını keserken dudağı ile yüz derisinin tam birleştiği yerde inceden bir sızı hissetti, ardından da akışkan ve kırmızı bir sıcaklık… Yer çekiminin etkisiyle aşağı doğru inen kanın bir kısmı ayrık ve kuru dudaklarından içeriye sızdı. Ağzındaki metalik tadın rengi artık kırmızıydı.

Aynada kendisini izlerken sol gözü seğirmeye başladı. ”Benim mi Allahım bu çizgili yüz?” diye haykıran Tarancı misali, kendi suratını ilk defa görüyormuşçasına tiksindi.

Kafasını yukarı kaldırıp gözlerini tavana dikti. Sanki tavanda bir kamera varmışçasına o kameradan kendisini izlemeye başladı. Üzerinde sadece donu vardı. dudağındaki kesiden sızan kan sinsice karnına kadar ilerlemişti. Tüm kaburgaları bir bir sayılıyordu. Güçsüz bacakları adeta bir merdaneyi taşıyan iki cılız oklava gibi incecikti.Düşüncelerden sıyrılıp birden geç kalmış olduğunu hatırladı. Bunun üzerine yarım kalan tıraşını tamamlamadı. Suratının yarısı sakallı, yarısı sakalsız kaldı. Dişlerini fırçalamadı, ağzını bile çalkalamadı. O kırmızı metalik tadı yuttu ve alındıktan sonra hiç terziye götürülmemiş takım elbisesini giyinmeye başladı. Pantolonun paçaları uzundu. İş yerinden bir arkadaşı onunla paçalı güvercin diye alay ediyordu. Ceketinin ise kolları kısaydı. Aynı kumaştan yapılmış ne de olsa diye düşündü. Paçalarından kesip kollarına eklemek fikrinin dahiyane bir fikir olduğunu da düşünürken çantasını kaptığı gibi kendisini sokağa attı.

Durağa varmadan önce her sabah poğaça aldığı fırına girdi. Fırıncı artık ona alışmıştı ama dalgınlıktan olsa gerek uzun uzun bakıştılar ve ikisi de tek kelime etmedi. Fırıncı üç tane patatesli poğaçayı ve vişneli meyve suyunu ilk önce kese kağıdına, ardından yeni dönüştürülmüşçesine iğrenç plastik kokan küçük poşete koyup uzattı. Bunun üzerine sol cebinde sayılı olarak tuttuğu poğaça parasını hemen masanın üzerine bıraktı ve hızlıca yürümeye başladı.

Durağa geldiğinde otobüs bekleyen bir kadından başka kimsenin olmadığını fark etti. Kadın nedendir bilinmez parfüm şişesini üzerine boşaltmışçasına parfüm kokuyordu sabahın bu erken vaktinde. Fakat bunca kötü koku ve tattan sonra yoğun parfüm kokusundan rahatsız olmadı, aksine tüm kokuyu ciğerlerine doldurmak için güçlü bir nefes aldı. Tam nefesini verirken kadınla göz göze geldiler.

Kadın biraz telaşlı biraz korkakça biraz da lağım çukuruna bakıyormuşçasına bakıyordu.

İçinden ”sapık zanneti galiba beni.” diye düşünüp kadından uzaklaştı.

Dünden sarıp hazırlamış olduğu sigaralardan birisini yakıp dumanını iştahla içine çekmeyebaşlarken otobüs geldi. Bunun üzerine sigarasından derin bir nefes aldı ve dışarı vermeden otobüse bindi. Birkaç saniye içinde bekletti ve otobüs hareket edip kapılar kapanınca gizlicedumanı içeriye üfledi. Ürkek bir adamdı ama türlü psikopatlıkları da yok değildi. Bir süreayakta bekledikten sonra duraktaki kadının oturduğu koltuğun karşısındaki koltuğa oturdu.

Kese kağıdından hışırtılar çıkararak patatesli poğaçalarından birisini çıkardı ve büyükçe birısırık aldı. Çiğnemeye başladı. Poğaçada kekremsi bir tad ve plastik bir hissiyat vardı. Uzuncabir müddet çiğnedi ve yutkundu. İlk lokma midesinde keskin ve ince bir yanmaya sebep oldu.

Kusacak gibi oldu. Hemen meyve suyunu açtı ve midesinden tekrar yukarı gelmek üzere olanpoğaçayı vişne suyu ile ikna edip tekrar aşağı indirdi.

Kadının kendisini izlediğini fark edince kese kağıdını uzatıp ”Yer misin?” dedi, kadın cevapvermedi. Kadının bakışlarında yoğun bir küçümseme vardı adamın bakışlarında ise donuk birbelirsizlik. Aralarındaki yoğun market parfümünün kokusu ve etraflarındaki uğultu adeta başdöndürücüydü.

İş yerine geldiğinde biraz zaman kavramı üzerine düşünmeye başladı. Zaman geçse ve evegitsem diye düşünmekten başka bir şey düşündüğü yoktu işteyken. Kendisini bu dünyaya ait hissetmiyordu. İş yerinde, kendisini para karşılığında kiraya vermiş iki eli iki ayağı ve bir beyni olan bir forkliftten farksızdı.

Mesai saati nihayet dolmuştu fakat çalışanların mesai saatinden beş dakika sonra çıkma gibi bir huyları vardı patron yanlış anlamasın diye. Ama o can havliyle kendisini dışarıya attı ve deli danalar gibi koşmaya başladı durağa doğru.

Kafasını otobüs camının CE sertifikasının üzerine dayadı. Her tümsekte kafası camda sekiyordu ama o akşam içeceği biraların sevinciyle kafasını düşünmüyordu. Onun kafası kafatasında değildi ona göre; midesindeydi.

Her zamanki tekelin önüne geldiğinde tekelcinin içeride olmadığını gördü. Tuvalete gitmiştir herhalde diye düşünüp tekelin hemen yanına yeni açılmış pet shoptaki kuşlara göz atmaya başladı.

Derken bir muhabbet kuşuna gözü takıldı. Tüm arkadaşları oynarken o kuş kafasını bir gazete kağıdının altına sokmaya çalışıyordu. Kuşu o kadar dikkatli izlemeye başladı ki akşam içeceği biraların hayali aklından silindi. Omzunda bir el hissetti. Pet shopun sahibi birden laflamaya başladı. Ayaküstü ikna edip kuşu, kuşun yanında kafesini, yemini, suluğunu, şunu bunu derken tüm parasını aldı.

Artık içmeye parası yoktu. Daha doğrusu başka bir şeye de parası yoktu. Tüm parasını harcamıştı. Eve doğru yürüdü ve kuşu kafesine yerleştirip izlemeye başladı.

Ne isim koysam diye düşündü. Boncuk, fındık, fıstık gibi isimler koysa o kuş gözünde daha da kuşlaşacaktı. O kendisine arkadaş arıyordu. Arkadaşının babacan bir ismi olsun isterdi. Öyle bir isim olmalıydı ki muhabbet kuşunu kuşluktan çıkarıp bir meyhane arkadaşı yapmalıydı.

Düşündü, düşündü ve en sonunda kuşun ismini Hüseyin koydu. Kısaltıp Hüso demeye başladı. Yüzü belki de son zamanlarda ilk defa gülmüştü. Küçücük bu kuş onun duvarları sigaradan sapsarı olan evini sanki birden rengarenk yapmıştı, ortalık şenlenmişti, içi ısınmıştı.

”Hüso kardeşim nasılsın?” dedi. Kuş yabancı bu yere henüz alışamamıştı ve tedirgin gözlerle bakmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Bunun üzerine kafesin kapısını açtı ve ona evin içinde uçması için müsaade etti.

Fakat camın açık olduğunu unutmuştu ve kuş eve gelişinin henüz yirmi beşinci dakikasında camdan dışarı uçtu.

Kuşun gidişinin ardından o sıcaklık gittikçe eski halini alıp bir buza dönüştü, rengarenk duvarlar yine sigara sarısına döndü ve suratı o biçimsiz halini tekrar aldı.

Cama çıkıp ”Hüseyiiiin!” diye var gücüyle bir nara attı. Yoldan geçenler tedirgin gözlerle baktılar. Üstüne geçirdiği rastgele bir ceketi yanlışlıkla tersten giyip kendisini sokağa attı.

Kuşun kaçmış olabileceği bir ağaca tırmanmaya başladı.

Tırmanırken bağırıyordu. ”Yanlış yapıyorsun Hüso, dışarıda ölürsün, buraya gel…” diye.

Yoldan geçen orta yaşlı bir adam seslendi ”Birader ne yapıyorsun?” diye.

”Hüseyin’i arıyorum.” dedi. ”Kuşum.” dedi. La havle diye söylenerek yoluna devam etti orta yaşlı adam.

Ağacın yapraklarını karıştırarak uç dallara doğru tırmanırken ayaklarının altında bir çıtırdı sesi duydu. Bu sesin üzerine dal kırılmadan geriye kaçmak için ani bir hareket yapınca dalın kırılması daha da hızlandı ve ayak bileğinin üzerine yere düştü.

Ayağı çok fena burkulmuştu ve alnı yerdeki soğuk parke taşının üzerindeydi. Havanın iyiden iyiye soğumasıyla yakılan kaloriferler, kömürler, sobalar sokağa karbonmonoksit gazları salıyordu. Havadaki yoğun kömür kokusu ve grilik, parke taşındaki kan ve ayağındaki sızı ile bir kez daha bağırdı ”Hüsooo!” diye.

Henüz evinde yirmi beş dakika zaman geçirmiş bu kuş için bu kadar hırpalamıyordu kendisini. Sanki Hüseyin onun hayatının anlamı ve salt huzuru, salt mutluluğuydu. Hayatının amacı camdan uçup gitmişçesine bir hastalıklı düşünceye kapılmıştı. O kuşu mutlaka bulmalıydı çünkü uzun zamandır onu sevindiren başka hiçbir şey olmamıştı. Başka bir kuş da istemiyordu. Hüseyin’i bulmalıydı.

Yattığı yerden kalktı, alnından sızan kan ve ayağındaki topallıkla yürümeye başladı.

Dudağının üstündeki kesi izi hala yerindeydi ve tüm bu çelimsizlik, vücudundaki yaralar, göz altlarındaki morluklar, yüzündeki derin keder ifadesi, yarısı tıraşlı yüzü ve uzun paçalarının üzerine tersten giymiş olduğu ceketi ile akşam vaktinde sokakta bağıra çağıra yürüyen bu adam şüphesiz herkes tarafından tehdit unsuru olarak görülüyordu ve soru sormaya yeltendiği herkes ondan kaçıyordu.

Oysa bu adam evinden kaçan muhabbet kuşunu arıyordu.

O gece geç vakitlere kadar sokaklarda sesi kısılana kadar bağırdı, çağırdı, koşturdu, üşüdü, köpekler tarafından kovalandı, küçümsendi, ağaçlara tırmandı, kuş gibi öterek koşturdu ama Hüseyin’i bulamadı…

Sabaha karşı kendisini evine zor bela atabildi ve yatağına uzandı.

Sabah alarmını sekizinci defa ertelediğinde uyanabilmişti. Oysa en fazla üç erteleme hakkı

vardı işe geç kalmamak için. Gözü boş kafese takıldı, hırsından Hüseyin’in yeminden cebine

bir avuç doldurdu ve otobüste kahvaltısını kuş yemiyle yaptı. Kuş yemi patatesli poğaça

kadar midesini yakmamıştı.